2.Bölüm
Amelie’nin yaşadığı yerden – Fidelia ormanından – Kont’un konağına uçarak yolculuk etmesi bir saatten az sürerdi. Mesafe belirsizdi; ne çok uzaktı ne de çok yakındı. Sooyeon, süpürgenin sert sapı onun derisini yıpratmadan malikaneye gelmişti.
Şu anda Kont Delaheim sadece kırsal bölgeye air bir konttu ancak geçmişte topraklarının genişlemekte olduğu söyleniyordu. Amelie, Kont’un konağının çok büyük ve antika olduğunu hatırladı. Özellikle arka bahçe Fidelia ormanına bağlıydı ve güzel bir manzaraya sahipti. Yeşil bir kilimle kaplı gibiydi.
Amelie’nin ailesi, Kont babası – ve ikiz kız kardeşi Renee’den oluşuyordu. Annesinin Amelie çocukken bir kazada öldüğü söylenmişti. İkisi, Delaheim konağında birlikte yaşıyordu.
Amelie de küçükken konakta yaşıyordu. Ancak cadı güçleri uyandığında, Fidelia ormanında yaşayan kendi türündeki birine gönderilmişti. Amelie bir aptal olduğu için güçlerini kontrol edemiyordu. Konağı terk ettiğinde Amelie, annesinin soyadı Beauxbon’u almıştı. İkizler Renee ve Amelie’nin soyadları farklı olmuştu.
Kont ve Renee onu özlemeye devam etmişlerdi. Büyükannesi – bir cadı – öldükten sonra Kont, Amelie’yi geri almak istemişti ancak Amelie reddetmişti.
‘Bunu neden yaptığı çok şüpheli… ne aptalca. Tamamen değil ama hala hayvan içgüdülerine sahip olanlarımız var mı demeliyim?’
Her neyse, onlar o tarz bir aileydi.
Amelie yavaşça bahçeye indi. Süpürgesinin ucundan sarkan bavul titreyerek bir ses çıkardı. Etrafına baktı. Bahçede kimse yoktu. Sadece diğer tarafta ön girişi koruyan şövalyeleri görebiliyordu.
‘Acele edeyim de veda edip gideyim.’
Amelie eteğinin ucunu düzelterek kapıyı çaldı.
Tık tık.
Kapıyı çaldığında içeriden aceleyle gelen adımları duydu.
“Ekselans- hah… Üzgünüm ben… Ha?”
Sarı saçlar ve mavi gözler. Renee’nin aynen romanda tarif ettiği gibi görünen orta yaşlı bir adam. Gözleri o kadar kocaman açılmıştı ki Amelie’yi görünce yuvalarından fırlayacaklarmış gibi görünüyorlardı.
“Ah, hey…”
Belki de o Kont Delaheim’dı ama Kont’un tepkisi tuhaftı. Ağzını kapatamamıştı ama konuşmaya da devam edememişti.
‘Bu tepki de ne? Yanlış yere mi geldim? Hiç gelmemeli miydim?’
Kısa bir süre içinde Amelie’nin zihninde binlerce endişe belirmişti fakat onları kurtarmak için içeriden bir ses gelmişti.
“Baba, onun henüz geldiğini sanmıyorum… Ah? Amelie?”
Sesin sahibi canlı, sarımsı yeşil bir elbiseyle Renee Delaheim’dı. Göz kamaştırıcı sarı saçları güzelce örülmüştü; bir romandan fırlamış gibi görünüyordu.
‘Vay canına, ana karakterden beklendiği gibi.’
Amelie, onun görünüşüne hayran kalmıştı.
Kont ve Renee ona şaşkınlıkla baktı.Amelie’nin onları burada ziyaret edeceğini hiç düşünmemişlerdi. Amelie, onların yüzlerini dikkatle inceledi.
“Alo? Sadece selam vermek istemiştim…”
“A-Amelie’miz bize selam verdi…!”
Kont’un gözlerinden yaşlar aktı. Orta yaşlı adamın gözyaşları Amelie’nin gerilmesine neden olmuştu.
“Amelie!”
Kont onu omuzlarının üzerinden kucakladı.
“Eve geldiğine inanamıyorum! Çok mutluyum…! Büyükannen öldükten sonra seni yalnız başına bıraktığım için ne kadar endişelenmiştim biliyor musun?”
“Yok, geri dönmüyorum…”
Kont onu biraz fazla sıkıyordu. Sooyeon daha önce hiçbir babanın göğsünde bu şekilde tutulmamıştı.
‘Bö-Böyle bir durumda ne yapmalıyım ki?’
Nefessizlikten boğuluyordu ama bunu sesli söyleyemiyordu. Aklına söyleyecek hiçbir şey gelmiyordum. Ve Reene bir kez daha gitgide solgunlaşan Amelie’yi kurtarmıştı.
“Baba. Kız nefes alamıyor. Ayrıca, onun hikayesini dinlemeliyiz.”
“Doğru. Haklısın. Özür dilerim, Amelie. Sadece, seni gördüğüme o kadar sevindim ki…”
Sesi duyguyla titredi ve mavi gözleri gözyaşlarıyla doldu.
‘Na-Nasıl böyle yaygara koparabiliyor?’
Amelie bu tuhaflık karşısında gözlerini devirdi.
Renee’nin anlattığına göre, Kont, haysiyetli bir asildi. Kızlarını çok sevmesine rağmen saygısız bir tip değildi.
Ne kadar hatıralarının çoğu gerçekçi olmasa da bu biraz fazla farklı değil miydi?
“Hadi içeri girelim. Oturup sakince konuşalım.”
Kont, Amelie’nin elinden tuttu ve iki birlikte konağa girdiler. Renee de onları takip etti ve süpürgeyle bavulu hizmetçiye verdi.
“Yemek yedin mi? Öğle yemeği vakti yaklaşıyor; keşke birlikte yiyebilseydik… O kadar zaman içinde bugün misafirin gelesi tuttu.”
“Misafir mi?”
Bir düşününce, öyle bir şey duymuştu. Kont’un mektubunun, aileye önemli bir şey olduğu için şimdilik gelemeyecekleri şeklinde bir şeyler söylediğini hatırladı.
İkisi de giyinmişti. Renee makyaj yapmıştı ve mücevher takıyordu – bunlar normalde uğraşmadığı şeylerdi.
Çalışanlar da en zarif kıyafetlerini giymişlerdi. Yüzlerinde bir gerilim vardı. Bir misafiri selamlamaya kıyasla çok trajik bir uyumsuzluktu. Sanki savaşacaklarmış gibiydi.
‘Sanırım yanlış zamanda geldim.’
“O zaman ben… gidip sonra geleyim.”
Amelie hızla geri adım atmaya çalıştı. Sonra Kont, onun elini tuttu.
“Sorun değil! Endişelenecek bir şey yok. Biraz odanda oyalansan da olur. Misafir sadece bir gün kalacak; onlarla karşılaşmazsın.”
Kont, Amelie’nin misafir yüzünden gitmesinden korkmuştu.
“On dört sene sonra eve geldin. Öylece gidemezsin, tamam mı?”
Kont ona endişeyle baktı. Amelie hafifçe sarsıldı.
‘On dört yıl oldu ve sen onun gitmesine izin vermek istemiyorsun, değil mi?’
“Misafiriniz kim ki?”
“Bu… Sana söylersem korkarsın…”
Sonra dışarıdan koşarak gelen bir hizmetçi yorgun ve mavi bir yüzle bağırdı.
“Majesteleri ön kapıdan geçiyor!”
O anda salon sessizliğe büründü. Amelie kulaklarına inanamamıştı.
‘Majesteleri mi? O anlamdaki ‘Majesteleri’ mi?’
Burada “Majesteleri” olarak anılmaya değer tek bir kişi vardı. Tarihin en acımasız imparatoru olan adam.
Serwin Henesia.
Romandaki en kötü adam. Bir yıl içinde Amelie’yi öldürmeye mahkum olan adam.
‘İmparator neden orman yerine konağa geliyor ki?!’
Amelie paniklemişti. Ormandan, ondan kaçmak için ayrılmıştı ama o burada belirmişti. Çok saçma!
Onu bu halinden uyandıran ilk şey uşak oldu.
“Kont! Renee Hanım! Hadi! Herkes yerlerine!”
Çalışanlar koridorda sıraya girmeye başladılar. İmparatorun gelmekte olduğu gerçeği, hepsinin akıllarının yarısını kaçırmasına sebep olmuştu. Çelimsiz hizmetkarlar, “İmparator” kelimesini duyduklarında daha şimdiden hafif bir panik içindeydiler ve ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Serwin o kadar rezil biriydi.
“Amelie Hanım! Şu kapıdan gidin! Hadi!”
Uşak, hizmetkarlarıyla ilgilenirken merdivenlerin arkasındaki küçük kapıyı işaret etti.
Amelie konağı terk ettiğinde, Kont onun ismini hariç bırakmıştı. Kağıt üzerinde bir leydi muamelesi görmesine rağmen leydi değildi. Kısacası, bu onun belirsiz bir konumda olduğu anlamına geliyordu. Amelie’nin hiçbir neden yokken koridorda görünmesi bir sorun olurdu.
“Sonra konuşalım. Uzun zaman sonra eve gelmene rağmen özür dilerim kızım. Ama İmparator sana zarar verirse bu büyük bir olay olur. Senden hiçbir şekilde utanmıyoruz…”
“Bunu zaten biliyorum. Git, çabuk ol.”
Amelie onun sözünü kesti. Zamanları yoktu; kaçması gerekiyordu.
Kont, acele etmeden önce Amelie’ye bir kez daha sarıldı, Renee onun yanında duruyordu. Amelie uşağın işaret ettiği kapıya doğru koştu. Ön kapı açılıyordu.
‘Çabuk!’
Neyse ki, Amelie koşmakta iyiydi ve kapıya hızlıca ulaşabilmişti.
Ama kapı kolunu tutup çevirdiğinde fark etti ki kapı kilitliydi.
“Ah, hapı yuttum.”
Amelie çevresine baktı. Birkaç tane saksı bitkisi vardı ancak bitkiler yetişkin bir kadının arkasına saklanamayacağı kadar küçüktü.
O etrafta dolaşırken ön kapı açılıyordu. Salona bir gerginlik havası hakimdi. Kapı yavaşça açıldı. Işık içeri girdi ve yavaş yavaş bir insanın silueti göründü.
‘Ne yapacağım? Bir yere saklanmam gerek…!’
Birdenbire, aklına bir fikir geldi.
‘Doğru! İşte bu!’
Amelie büyüyü söyledi. Küçük bir “pong” sesi ile Amelie ortadan kaybolmuştu. Onun yerine geriye küçük bir kuş kalmıştı. Kuşun yumuşak pembe tüyleri ve yuvarlak, büyük gözleri vardı.
Hayvana dönüşmek de bir cadı büyüsüydü. Amelie bu konuda o kadar deneyimsizdi ki sadece küçük bir şeye dönüşebilmişti fakat o anda emrindeki en yardımcı güç buydu. Koştu ve bir saksının arkasına saklandı.
‘Fiyu, hayattayım.’
Amelie saksıyı kalkan olarak kullandı ve başını dışarı çıkardı. Kapı açıldı ve konağa kocaman bir adam girdi. Hızlı adımlarına rağmen garip bir şekilde rahat görünüyordu. Altın gözleri salonu gözlemledi.
Altını düşünürken aklınıza parlayan güzel bir renk gelir. Serwin’in gözleri parlamıyordu. Soğuk görünüyorlardı, sadece onlara metalik bir his veriyorlardı. Serwin yalnızca salona bakınmıştı, yine de herkesin yüzü çoktan solmuştu.
“Kont Delaheim. Bu bir hediye. Öylece elim boş gelemezdim.”
Serwin elindeki şeyi fırlattı.
Tık etti.
Yuvarlandı.
Saç, gözler, burun, ağız. Bu bir insan kafasıydı. Koyu kırmızı kan, süpürülmüş ve cilalanmış beyaz mermerin üzerine döküldü.