Gloriya Toprakları.
“Büyük baba. Neden yine gitmek zorundasın?”
Norman, resmi üniformalı büyük babasına baktı üzgün üzgün. Büyük babasının beyazlaşmaya yüz tutmuş düz saçları, griye çalan gözlerinin üstüne düşüyordu. Torunu üzülmesin diye yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.
“Benim görevim ülkemizi korumak, Norman. Bu benim yapmam gereken bir şey. Senin için, ailen için ve ülkemizde yaşayan herkes için bunu yapıyorum. Buna üzülmemelisin.”
Norman direnmeye devam ediyordu.
“Ama savaşlarda insanlar ölür!” Büyük babası yine gülümsedi.
“Savaşlarda sadece en ön safta olanlar ölür. Ben arkada savaşı yönetiyor olacağım.” Norman akan gözyaşlarını elleri ile sildi.
“Ama… Ama…”
“Efendim, gitmemiz gerekiyor.”
Arkada bekleyen bu teğmen, generalin yardımcısıydı. Teğmen büyük bir mutluluk ve sadakat ile hem ülkesine hem de generale iyi hizmetlerde bulunmuştu. Teğmen’in ismi Atilla’ydı. Uzak bir adalar zincirine sahip bağımsız bir ülkeden göç etmiş olan ailesi ile Gloriya’da yaşamaya başlamıştı. Sonraları geçmişini unutmuştu. Çünkü o zamanlar 1 yaşındaydı ve ailesinden dinlediği çocukluk masalları hafızasından silineli çok olmuştu.
Beyaz saçlarını yukarı doğru savurdu Norman’ın büyük babası. Bir elini de Norman’ın başına koydu birkaç saniyeliğine. Gülümsemesini arkasına dönene kadar bozmadı ve gitti. Norman onu son kez gördü o gün. Hatıraları arasında en sevdiği kişiyi son kez gördü. Beyaz saçları, uzun ve irili olan yapısı, büyük ve düz burnu, kalın ve kesin ses tonu… Hepsi ama hepsi çürümeye başladı beyninde. Sahi, büyük babasının ismi neydi?
Yıllar yılları kovaladı ama Norman hiç değişmedi. Hep bir çöküntü halinde kaldı. Yaşıtları, en çok övülen savaş akademileri için yeteneklerini kullanmayı öğrenip geliştirmeye başlarken, kendisi hayata atılmak istemiyordu. Günlerini okulu, evdeki odası ve evlerinin yanında bulunan büyük bir parkın içinde, sadece kendisine ait olan küçük bir mağaranın arasında geçiriyordu. Tek yaptığı şey yaşamaktı. Sadece yaşamak.
Norman eve akşam gelmişti. Tüm gününü mağarada antrenman yaparak geçirmişti. Odasına geçmiş ve yatağına atlamıştı. Yatağın karşısında bulunan televizyonu açmış ve izlemeye koyulmuştu. Saat gece 1’e yaklaştığında izlediği yayın bölündü. Büyük bir bayram havası vardı sunucuda. Lunam’ın yenildiğini ve savaştan galip ayrılanın Gloriya olduğunu açıkladı. Sunucu açıklamasını yaptıktan sonra yayın devam edecekken Norman televizyonu kapattı. Savaşlardan nefret ediyordu.
Ertesi sabah hafta sonunun ilk günüydü. 1 ay sonra okulu bitecek ve Norman geleceğine karar verecekti. Şuanda kararı savaş akademilerinden uzak bir yerdi. Kendi kendine yetebilecek bir şeyler yapmak ve sorunsuz yaşamak istiyordu.
Yorgun bir şekilde yatağından kalktı ve üstünü giyindi. Mutfağa gitti. Annesi, babası ve iki küçük kardeşi kahvaltı yapıyorlardı. Masadaki çoğu tabak bitmişti. Annesi oğluna baktı.
“Norman, istersen sana bir şeyler hazırlayayım oğlum.”
“Hayır, teşekkürler. Ben dışarda yiyeceğim.”
“Yine mi?”
Bu bir yakarış gibiydi.
“Evet, üzgünüm.”
Kapıdan çıkana kadar da tek kelime etmedi. Tek kelime de dinlemedi. Evinin karşısında bulunan markete kadar yürüdü. Sokaklarda insanlar dün akşamki yayından bahsediyordu. Bazıları ülkelerinin güçlü olduğunu, zaten kazanacaklarının belli olduğunu söylüyordu. –Ama kazanmaları yaklaşık 19 yıl sürmüştü.- Durum markette de değişmedi. Kasiyerler bile müşteriler ile bunu konuşuyordu.
Norman marketten bir iki atıştırmalıkla 3 şişe su aldı ve parka doğru yürümeye devam etti. Park yine sabahın erken saatlerinde köpek sahiplerine misafirperverliğini gösteriyordu. Birkaç saat içinde çocuklar gelir ve parkın park olduğu anlaşılırdı. Norman parkın girişindeki siyah korkulukları geçip beton yolda yürümeye başladı. Etrafı yemyeşil ağaçlarla sarılırken bile o yere bakıyordu. Bir yerden sonra beton yoldan saptı ve ağaçlar arasından geçerek parkın içine aldığı küçük bir dağın tepesine doğru yürümeye başladı. Uzun zamandır yağmur yağmadığından dolayı toprak oldukça kuruydu. Yaklaşık 5 dakika daha yürüdükten sonra her gün gelmeyi sevdiği mağaranın girişine geldi. Bir dağın eteklerinde bulunan bu koyu grimsi mağara ağzı, büyüklüğü ve genişliğine zıt şekilde içine büyük oranda bir ışık alıyordu. Norman sessizce içeri girdi. Birkaç adım sonra güneşin girmeyi kestiği bir noktada bir kayanın üstüne oturdu. Ayaklarının hizasında hala güneş ışığı vardı. Gözleri hala karanlığı tam seçemiyordu.
Bugün ne antrenmanı yapmak istediğini düşündü. Bir şeyler atıştırdıktan sonra biraz odaklanıp hissetme üzerine çalışabilirdi. Hissetmeyi çok seviyordu çünkü kendisine geleceğin birkaç salisesini tahmin etme şansını veriyordu ve bu reflekslerini daha da etkili kılıyordu. Veya mağara duvarlarını yumrukları ve tokatları ile döverek, her gün gelişen ve değişen bedenine en uygun dövüş pozisyonunu bulmakta ilerleyebilir ayrıca ellerini nasırlaştırarak vuruşlarının etkisini arttırabilirdi. Norman savaşı sevmezdi. Ama güçlerini geliştirmek onda bir tutkuydu. Bu güçler nereden ve ne zaman geldi sadece Tanrı bilir. Ama Norman’a göre iyi ki gelmişti. Poşetten eline ilk gelen şeyi aldı. Bir çikolataydı. Onu açmaya girişti. Açarken çıkardığı paket seslerinin arasında bir şeyler hissetti. Ağır nefes alışverişler. Bir ritimle ilerleyen gümleme sesleri. Bütün bedeni bir ürpertiyle kaplandı. Çünkü bu kadar gelişmiş hislerle asla yanılıyor olamazdı. Arkasında birisi vardı. Kafasını yavaşça çevirirken belli etmeden tüm bedenini bir savunma pozisyonuna aldı. Bir ses duydu. Metal bir “klik” sesiydi.
Norman mağaranın uzak kısımlarında birinin varlığını görünce döndü. Karşında mağaranın sonunda, bir bacağını uzatmış öbürünü de karnına çekmiş, beyaz ve uzun saçlı, yapılı bir adam vardı. Bir eli ile karnını tutuyordu. Beyaz gömleği ve eli, beyazlar içinde bambaşka bir renk içindeydi. Bu kandı. Omuzlarında yıldızlar vardı. Göğsünde Lunam’ın simgesi taşıyordu. Mavi olduğu anlaşılmasa da bir ay olduğu çok belliydi. Sert bakışları arasında Norman’a bakıyordu. Norman ise ifadesiz bir şekilde adama bakıyordu. Adamın yüzü, biraz karanlıkta kaldığı için zor gözüküyordu. Görme yeteneği gelişmiş olmasa belki adamın yüzünü bile göremeyebilirdi. Norman’ın karanlıkta en son fark ettiği detay ise adamı kendine doğru uzanan öbür elindeydi. Bu bir tabancaydı. Birden, tam o an öleceğini düşündü. Karşısında düşmanı olduğu çok net anlaşılan birisi varlığıyla kendisini korkuttuğu yetmezmiş gibi bir de bir silah tutuyordu elinde. O an her şeyini saçma bir kumar masasında kaybetmiş biri gibi hissetti. Tek düşündüğü, elinden kaybettiklerine ekleyebileceği yeni şeylerdi. Norman adama bakmayı sürdürdü. Onun konuşmasını bekledi. Saniyelerin dakikalar hatta saatler gibi geçtiğini hissedebiliyordu. Mağara bile bu olayı merak etmişte dışarıdan gelen tüm uğuldamaları sırf ikisinden birinin sesini duyabilmek için kesmiş gibiydi. Karşısında bulunan adam konuşmayınca Norman önce yutkundu sonra kendisi konuşmaya girdi, adamdan gözlerini ayırmadan.
“Kötü bir gün mü geçirdin?”
Norman söylediği gibi pişman oldu. Hiç tanımadığı bir düşmanla arasındaki ortamı yumuşatmak ayrıca korkusunu gizlemek için böyle saçma bir şey söylememeliydi. İzlediği salak saçma şovlarda bunlar karakteri daha fazla havalı gösterilmek için eklenen anlamsız sözlerken, Norman’ın hayatını bitirebilecek bir şaka olmuştu şu anda. Daha da korkmaya başladı ama bunu belli etmek istemiyordu. Kendisinin hiç alakadar olmadığı bir savaş yüzünden ölmek de istemiyordu. Ne istediğini kendisi de zaman zaman bilmezdi ama bunları istemediği kesindi.
Norman cevap beklerken adamı süzmeye devam etti. Omzundaki onurluğa bakıldığında en azından bir general olduğunu düşündü. Savaşın dün 1’e yakın bittiğini varsaydığında en fazla yedi saattir en az ise beş saattir burada olmalıydı. Çünkü bulunduğu şehir Lunam ile sınır komşusuydu ve zamanında çok sayıda küçük terör vakası olduğunu düşündüğünde, koskoca bir generalin bağlantılarını kullanıp buraya gelmesi zor olmamalıydı. Elini koyduğu yerde bir veya birden fazla yarası olmalıydı ve tahminine göre bunlar bir silah ile yapılmıştı. Çünkü bir generalin en çok sahip olduğu şey, kendisine uçan bir kuşu bile yaklaştırmayan adamlarıydı. Ama girişte herhangi bir kan damlası görmemişti. Gömlekte bulunan kan ise çok fazla yayılmamıştı. Bu durumda ya çok uzun menzilden bir saldırı yapılmış ve sıyırmıştı ya da adam gerçekten çok çevik ve dayanıklı bir insandı. Veya her ikisi de. Norman, adamın ateş etmemesinin sebeplerini düşündü. Aklına bir mantıklı bir de mantıksız iki seçenek geldi. Mantıklı olan adamın silahının sesinin çok çıkabileceğiydi. Adam mağaranın yapısına hâkim olmadığı için çıkacak sesten korkuyor olabilirdi ama Norman, adamın silahını tam olarak seçemediği için bu seçeneği eledi. Mantıksız olan seçenekse adamın, yakalanma riskine rağmen bir çocuğu öldürmek istememesi olabilirdi.
Adamın keskin, kalın ve kararlı sesi mağarada az biraz yankılandı.
“Benden korkmuyor musun?”
Norman bu cevap üzerine saçma şakalarla devam etmenin mi yoksa dürüst olmanın mı daha iyi olacağını düşündü.
“Korkmak mı?”
Tüm direnişine rağmen içindeki korku, tüm vücuduna egemen olmuştu. Sesi konuşurken biraz da olsa incelmişti ve titremişti.
“Neden korkacakmışım ki?” Gözlerinin dolduğunu hissetti. Ama görüşü bulanıklaşmadı. En son söylediği şeyler üzerine bir şeyler daha eklemek istedi ama cesareti gibi bir de onuru kırılmıştı. Sesinin, ağlayan biri gibi çıkmasını istemiyordu. En son yıllar önce ağlamış bir daha da ihtiyaç duymamıştı. Şimdi bu durum, bozulmasına izin verilecek bir zamanda değildi. Bu yüzden sadece acı bir tebessüm yaydı yüzüne ve boğazındaki yumrunun geçmesini beklemeye başladı. Adam silahı doğrulttuğu elinin az da olsa seğirdiğini hissedince elini yavaşça indirdi. Genç çocuğa bakmayı sürdürdü. Aldığı yara yüzünden ve yorgunluktan bitap düşmüştü. Gözü sadece Norman’ın elinde duran çikolatayı görüyordu. Karnının kazınmaya başladığını hissetti. Norman bu bakışları hissedince yavaşça çikolatayı poşete koydu. Yavaşça adamın yanına doğru yürümeye başladı. Adama her yaklaşmasında doğru yapıp yapmadığını tartıyordu. Ama kaçması zaten olanaksızdı en başından beri. Bunun yerine adamın suyuna gitmek daha iyi bir seçenek gibiydi. Adamın tam karşısında durdu. Ne bir adım fazla ne bir adım az. Elindeki poşeti yavaşça ileri doğru uzattı. Adamın almasını beklerken soluğunun kesildiğini düşündü. Yaşlı adam silahı tuttuğu elini poşete doğru uzattı. Poşetin tutulan halkasına silahın ucunu soktu ve gencin bırakmasını bekledi. Beklediği de hemen olmuştu. Poşetin içini eliyle yokladı ama silahı bir an olsun bırakmadı. İçinde 3 şişe su 1 çikolata ve adını bile bilmediği paketli 4 abur cubur daha vardı. Derken gencin sesini duydu. Az önceye göre daha olgun ve kararlı çıkan bu ses direk kendini hedef almıştı.
“Canıma karşılık canın.” dedi bir cesaretle Norman. Çikolatayı kastetmemişti. Ya da diğer şeyleri. O an anlamıştı aslında öldürülemeyeceğini. Tüm taşlar yerine oturmuş gibi hissetti. Vurulsa adam da yakalanacaktı. Vurulmazsa ise hemen koşup gidebilirdi. Birden değişti ruh durumu.
Norman bu kadar cesur olabileceğini hiç düşünmemişti. Tıpkı söylediklerini bir an bile düşünmediği gibi. Yavaşça arkasına döndü ve mağaranın girişine doğru ilerlemeye başladı. Mağaranın karanlık kısmından dışarı ilk adımını attığında bir ses yankılandı mağarada.
“Dur!” Norman durdu.
“Sana gidebileceğini söylemedim.” Norman adamı görebileceği en azami şekilde kafasını yana çevirdi arkasına dönmeden.
“Beni uzun süre tutsak alabileceğini sanmıyorum. O yüzden ya hemen yap ya da dediğimi bir daha düşün.” Yeniden ilerlemeye başlayınca konuşmasını tamamladı.
“Canıma karşılık canın.”
Norman her attığı adımda canından bir parça kayboluyor gibi hissetti. Mağaradan çıktığında ve artık hedef olmadığını hissettiğinde öyle derin bir nefes verdi ki güçlü durmak için hiç değişmeyen duruşu anında bozuldu.
General silahı ile gencin vücudunu nişan almıştı. Ama genç, gözünün önünden kaybolduğunda bile, tetiği çekemedi. O an çok pişman olsa da bu durum için çok üzülemeyeceğini düşündü. O yüzden kederli bir şekilde ağzı açılmış ama hiç yenmemiş çikolatadan koca bir ısırık aldı. Çikolata ağzında erirken mağaranın duvarına kafasını koyup gözlerini kapattı ve derin düşüncelere daldı. Yemekten hiç haz etmediği onlarca abur cubur, ona ilk kez güzel gelmişti.
Sağlıklı ve güçlü olmanın bir anlamı kalmamış, tek hedefi hayatta kalmak olmuştu. Daha önce hiç görmediği o çocuk nedensizce kendine çok tanıdık gelmişti.
Kendisine yemek veren o çocuk gideli yarım saat bile olmadan dışarıdan gelen ayak sesleri duydu. Çocuğun birkaç asker çağırmaya gittiğinden şüphesi yoktu artık. Düşünceleri hiç bitmeden, arka arkaya sıralanırken eli silahına tekrar gitti. Tutsak olacağına ölmeyi tercih ederdi. Silahını kafasına dayadı. Derin bir nefes aldı ve tetiği çekti. Ama sadece küçük bir “tık” sesi çıktı. Bir daha korkarak çekti tetiği ama yine aynı ses. Mermisi yoktu ve üzerinde de kaldığından şüpheliydi. Üzerinde kendini öldürebileceği bir şeyler arıyordu. Derken botunda duran bıçak bu kaygılı anında aklına geldi. Hemen o bıçağa davranacakken mağaranın ağzında birini gördü. Uzun boylu ve genç birini. Son birkaç saatte gördüğü tek kişiyi. Ayrıca bu kişinin elinde bir de poşet vardı.