Sahaya doğru yürüdüm. Kılıcımı sıkıca tuttum. Ve duruşumu aldım. Adam yüzüme kazımak istercesine sırıtmasına bozmadan rahatça kılıcını havaya salladı. Elinde bir kaç kere döndürdü. Beni süzdükten sonra sararmış dişlerinin ucundan küçük bir kahkaha attı.
“Bu dövüş hemen bitecek gibi gözüküyor.”
Bir şey söylemedim. Değmezdi. Kılıcımla konuşmak ona daha iyi bir cevap vermeme yetecekti. İnsanlara adlarımız duyurulduktan sonra başlangıç atışını bekledik.
Son 2. Ve… 3!
Ona doğru hızla koştum. İki elimle tuttuğum kılıcı zıplayarak kafasına savurdum. Kılıcımı hızlı ve olabildiğince sert bir şekilde savurdum. Güvendiği fiziği belli ki onu bu kadar havali yapan şeydi. Amacım bu algısını yenmekti. Ne heybeti ne küstah bakışları gözdağı oluşturmadı. Kılıcı burnumun ucundan, saçlarımın içinden, parmaklarımın arasından geçerken tek bir korku hissetmedim. Hiç bir tuzak saldırı yapmadan doğruca saldırarak kazanmaya karar verdim. Tek bir saniye dinlenmeden her açığını analiz ettim. Üstüme doğru yürüdü. Savuşturdum. Saldırıları düzensizleşti. Giderek gülümsemesi soluyordu. Daha çok hızlandım. Alttan, kafamın üstünden düzensiz saldırıları ardı sıra geldi. Savuşturdum. Hepsini görebiliyordum. Hızlıydı ama gözlerim daha hızlıydı. Düzensiz saldırılarının varacağı yerleri tahmin etmem onu ürkütmüş olmalı ki geri çekildi. Alnındaki teri tişörtüyle sildi. Bir kaç kere derin nefes alırken hala bana bakıyordu. Bense onu bekledim. Gözlerimi kırpmadan, pozisyonumu hiç bozmadan, tek kelime etmeden… Bütün dövüş sırasında sergileyeceğini sandığım o iğrenç sırıtışı tamamen yok oldu. Tezahüratları, alkışları duyamıyordum. Tek duyduğum onun hırıltılı nefes sesleriydi. Onun bana saldırmasını bekledim. Bağırarak bana koştu. Sertçe savurdu. Ağırlığına alıştığım saldırıları artık tek elimle karşılıyordum. Nasıl olduğunu bile anlamadan kulağını, kolunu kesmiştim. Yüzünden ince bir kan damlarken bana baktı. Gözlerinin içi titriyordu.
“Sen… Sen beni gerçekten öldürmeye çalışıyorsun.”
O böyle deyince bir anda kendime geldim. Etraftaki sesler büyük bir patlama gibi kulağıma hücum etti. Kalbimin deli gibi attığını ancak simdi duyabildim. Dişlerimi sertçe birbirine bastırarak ürkütücü bir şekilde gülümsediğimin yeni farkına varmıştım. Bu gülümseme; içimden gelen kesin olarak kazanacağıma inanmamı yüzüme vuran yeni bir duyguydu sanki. Toparlandım. Bütün konsantrasyonum bir kaç kelimeyle sarsılmıştı. Bunu geri kazanmak istesem de başaramadım. Hamlelerimi gerçekleştirirken yavaş yavaş sinirlenmeye başladığımı hissettim. Kendimi kontrol etmem gerekti. Dövüşün hızlıca bitmesi gerekti. Yoksa yenilebilirdim. Saldırılarımı düzensizleştirip serbest stil dövüşürken küçük boyumun avantajını kullanmayı ihmal etmedim. Bir kaç kere yerden güç alarak boyundan yukarı zıpladım ve üst bölgesine ağır darbeler indirdim. Düşündüğüm gibi özgüveni zayıflığı olmuştu. Darbeyle dizini şiddetle yere çarptı. Kalkmasına zaman tanımadım. Bir ayağım onun dizinin üstünde, kılıcım ise boynundaydı. Havada duran kılıcına yavaşça bakış attım.
“Kolunuz ağrıyacak bayım. Çok fazla açığınız var. Özgüveninizden başka yeteneğiniz olmaması üzücüydü.”
Hala havada duran elindeki kılıcını bıraktı. Gözlerindeki korkuyu görebiliyordum. Bu kadar hızlı yenmeyi ben de beklememiştim. Ama o an aklımda olan şey sadece şuydu.
‘daha erken kazanabilirdin. Sana o kadar hamle yapmasına izin vermeyebilirdin. Daha hızlı olabilirdim. Daha çok güçlenmem gerek. Daha fazla. Daha fazla!’
Ve kendimi şiddetle kana susamış bir ifadeyle bulmuştum.
Bir adam kolumu tutup kaldırmasaydı bu düşüncelere dakikalarca devam edebilirdim. Kazanmıştım. Ama sevinmek yersizdi. Önümde 2 rakip daha vardı. Adamdan ayağımı çektim. Kılıcımı kınına koydum. Geldiğim yere doğru ilerledim. Bir sonraki rakibim olduğunu tahmin ettiğim bir adam gözlerimin içine bakarak ellerini şaklatıyordu. Yanından geçerken seslendi.
“İyi dövüştün. Sanırım bu turnuvayı ciddiye almam gerekecek.”
Arkamı dönmedim. Yorulmuştum. Dinlenmem gerekiyordu.
_•_•_
Yerde nefes nefese duran adama baktım. Gömleğine gizli bir hançer çıkarıp onu bana doğrultabilme cesareti iki parmağını kaybetmesine neden olmuştu.
Bunun daha ciddi dövüşen onurlu insanlardan olduğunu sanıyordum. Ama yanılmışım. Adını ezberlememe gerek duyacak kadar iyi bir savaşçı bile olamazdı.
Rakiplerimi küçümsememem gerektiği için; ne kadar aklımdan böyle düşünceler geçse de yerden kalkabilmesi için ona elimi uzattım. Kanla ve tozla kaplı elini titreyerek kaldırdı. Daha sonra kolumdan setçe tutarak beni kendine çekti. Ayaklarıyla karnıma darbe indirdi. Uçmayı böyle hayal etmemiştim. Kendi kendime güldüm. Sanırım nazik olmayı bir kenara bırakmam gerekiyordu. Yüzümü topraktan kaldırdığım sırada üstüme doğru koştuğunu gördüm. Diz üstünde vücudumu çevirip ayaklarından birini şişledim. Doğrulurken bir yandan yüzümdeki toprağı sildim. Burnum kanıyordu. Yüzümü silerken adamın bağırışlarını görmezden gelmeye çalıştım. Nefeslerimi düzenleyip, görebilmemi sağlayacak kadar temizlenince kılıcımı aradım, elimde değildi. Bacağını tutarak yerde yuvarlanan adama yürüdüm. Karnına basıp sabit durmasını sağladım. Kılıcımı çekip bacağından çıkardım. Bana küfürler yağdırıyordu. Ama bunu gizli silahını çıkarıp bana saldırmadan önce düşünmesi gerekiyordu. Bağırışları ona acımama neden oluyordu. Daha fazla ona bakamadan gözlerimi kalabalığa çevirdim. Kimsede ses yoktu. Tezahüratları yarıda kesilmiş gibi elleri havada asılı kalmıştı. Ya zaman durmuştu ya da şok olmuşlardı. Birkaç saniyenin ardından herkes bir anda bağırıp adımı haykırmaya başladı. Bu moralimin yükselmesine yetmedi. Çünkü tamamen tükenmiştim. Son dövüşüm ikinci dövüşümden daha kolay bitmişti.
Şimdiye kadar aldığım yaralar sadece; kulak kesiği, kola derin bir kılıç darbesi, yüz soyulması ve burun kanamasıydı. Daha fazla yaralanmadığım için şükretmem gerekiyordu. Çünkü bugün kendimi tamamen kaybettiğimi ve bu adamlara karşı gerçek bir dövüşü kazanmamın ne kadar ağır olabileceğini anlamıştım.
Dövüşün kazananını açıklayan adamı beklerken iki yeni yüz bana doğru geliyordu. Diğerine göre daha yapılı, çenesinde iki yara izi olan adamı hemen tanıdım. Olamaz! Bu Barlas Rossi. Galina İmparatorluğunu yöneten 2. Ordu Komutanı. Onu tanımayan kimse yoktu. Buraya yeni gelen birinin bile sokaklarda adını duymaması imkansızdı. Birçok kez onun anlatıldığı olayları duymuştum. O kazandığı savaşlarla ünlü biriydi. Ve benim de bir numaralı hayranı olduğum biri.
Yanındaki şövalye bir kutu tutuyordu. İçinden Galina ‘nın sembolü olan güvercin desenli, koyu mavi bir pelerin çıkardı.
“Diz çök.”
Hemen diz çöktüm. Pelerini pis üstüme geçirmesini bekledim. O an onunla daha güzel bir hâlde karşılaşmayı ne kadar çok istediğimi anlatamam. Buna rağmen yüzümdeki tebessüm hiç solmuyordu.
“Bu yılki şövalye turnuvalarının 11. Kazananı Ribella!”
Kısa bir tanıtım yaptı. Kalabalık coşmuştu. Her yerden adım sayıklanıyor. Sepetlerden atılan çiçekler gökyüzünü süslüyordu. Yüzümü ona doğru kaldırdım. Ciddi surat ifadesi bir an olsun kaybolmadan kalabalığa bağırmaya devam etti.
“Ribella’ yı anın! Onun ismini haykırın! O Galina İmparatorluğu ‘nun ilk kadın şövalyesidir!”
Bana döndü ve kalkmamı işaret etti.
“Sir Ribella. Başarınızı tebrik ederim. Galina ‘nın huzuru sizinle olsun.”
“Teşekkür ederim. Galina ‘nın huzuru sizinle olsun.”
Birlikte sahadan çıktık. Ben ayrılıp merdivenlere doğru yürürken karşıma Glazz, Villy, Hima çıktı.
“Rinn! Muhteşemsin!”
Birden boynuma sarıldı.
“Villy. Üstüm kir içinde.”
Glazz gelip başımı okşadı.
“Aferin Rin. Bunu hakkettin.”
Hima koluma hafifçe vurdu.
“Başaracağını biliyordum.”
Villy kıkırdadı. Baş parmağıyla Hima ‘yı işaret etti.
“Seni parmaklarının arasından izledi. Her 5 dakikada bir bize ‘öldü mü?’ diye sordu kendisi.”
“Haha. Tabi ki atıyor.”
Herkes Hima ‘ya bakıp kahkaha attı.
Bu mutluluğun arasında bile şuan istediğim tek şeyin güzel bir uykuya dalmak olmasına kendi kendime hayret ettim.