Sabah Villy’ nin bağırışlarıyla uyandım. Beni zorla kaldırmaya çalıştı. O kadar olaydan sonra kısacık uyku yetmemişti. İlk iş günümün olduğunu hatırlamamla çaresizlikle sıcacık yataktan kalktım. Villy bana çalışma giysilerimi verdi. Onları banyoda giydim. Kendime gelmek için yüzümü uzun uzun yıkadım. Su buz gibiydi. Yüzümü silerken aynadaki görüntüme baktım. Boynumda küçük bir sıyrık vardı. Büyük ihtimal o şövalye bozuntusunun kılıcı yüzündendi. Sonra acısını hala hissedebildiğim tekmeyi hatırladım. Karnımı açıp baktığımda koca bir morlukla karşılaştım. Sinirle kendime bakarken yine Villy’ nin sesiyle irkildim.
“Rin neredesin? Çabuk iş vakti! Patron seni arıyor!”
Onu daha fazla bağırtmamak için koşarak yanına gittim. Glazz ve Hima Villy’ nin yanındaydı. Glazz beni kısa bir bakışla süzdü.
“Böyle otele senin gibi birinin uymayacağını zaten biliyordum ama gerçekten senin neyin var?”
Diyerek eliyle yüzünü sertçe ovaladı.
“Ne? Neyim var? Buranın kıyafetini de giydim.”
“Saçların niye salık peki!? Çabuk Villy ‘e toplattır. Ayrıca önlük de giy. Bir de şu boynundaki izi de kapa. Müşterilerle de sakın böyle umursamazca konuşma. Burası çok tanınmış bir otel. Son derece hareketlerine dikkat et. Sen şimdilik müşterilerle ilgilenmeyeceksin zaten. Koridorların, merdivenlerin ve girişin temizliği senin sorumluluğunda olacak. Ayrıca bavul taşınmasında ve depo düzeninden sorumlusun. Sorun var mı?”
Yavaş yavaş sinirleniyordum.
“Neden bana daha ilk günümden bu kadar iş veriyorsun?”
“Bir kişilik eksiğimizden bahsetmiştim değil mi? Ayrıca sana kalacak yer sağladım, yemekleri bizimle yiyeceksin. Bunların hepsini ödeyeceğini bana sen söylemiştin. Şimdi güzelce işine odaklan. Yapacağın şeylerin detaylarını, temizlik malzemelerinin yerini-”
O konuştuğu sırada düşüncelerim beni tuhaf sorulara yönlendiriyordu. Gözümü Glazz’ ın pürüzsüz, güneşin ayna misali aydınlattığı kafasına dikip; acaba güneş mi daha parlaktır bu kel kafa mı? Hımm… Sanırım Glazz’ inki çünkü belki daha yukardan kafasına baksam kendimi görebilirim. Sinirim giderken yerini gülümsemeye bıraktı.
“Hey anladın mı?”
“Evet! Evet anladım. Çok parlatıcam.”
“Ne?”
“Ne ne? Ah yani.. Çok çalışacağım”
Sinirli bir bakış atıp yanımdan öylece gitti.
Villy bana dönüp kikirdeyerek konuşmasına başladı.
“Bütün konuşma boyunca kafasına bakıyordun. Kendimi gülmemek için zor tuttum. Sanırım patron fark etmedi.”
“Ama parlaklığı gözümü alıyordu.”
“Haha! Neyse artık işe dönmemiz lazım. Gel saçını öriyim sonra da işlerini gösteririm.”
Kafa salladım. Odasına kadar ona eşlik ettim. Saçlarımı örerken sormadan edemedim.
“Bu büyük otelde sadece iki kişi mi çalışıyordunuz? Sizin için çok zor olmalı. Neden daha fazla kişiyi işe almıyor?”
“Evet. Aslında 3 kişi. Patron çok çalışkandır. Öyle sinirli göründüğüne bakma. Söz konusu müşteri olduğunda onu tanıyamazsın bile.”
Aklıma buraya ilk geldiğim zamanki hâli geldi.
“Biliyorum. Biliyorum.”
“Himm. Şöyle ki patron ciddi işlerle uğraşır. Temizlik, düzen hariç her şeyle ilgilenir. Normal bir çalışan gibi. Bize sadece ona yardım etmek ve verdiği görevleri yapmak düşüyor. Yıllardır aynı görevde sorumlu olduğumuz için de düzenimize alıştık. Hima ve ben çok uyumlu çalışırız sadece temizliğe yetişemiyorduk. Onu da sen doldurdun. Bir de 4 katlı olduğuna bakma burada sadece 12 oda var. Sana tanıtırım her yeri. Hadi bitti gidelim.”
Villy bütün katları gezdirdi. Her katta, Kırmızı işlemeli halılar, eski ahşap gaz lambaları, küçük ama gösterişli avizeler vardı. Sadece ilk katta oda yoktu. Orada ise çalışanlar ve müşteriler için dinlenme yerleri, erzaklık, ardiye, lavabolar ve mutfak vardı. Bodrum katında benim, Hima’ nın ve patronun odası vardı. Orası bodrum katı olmasına rağmen küçük camlarından düşen ışıklarla her yeri aydınlatıyordu. Hiç dar değildi. Kasvetli bir havası da yoktu. Tek sorun keskin rutubet kokusuydu.
Her yeri gösterdikten sonra bana ne yapacağımı anlattı. Hemen işe koyuldum. Bütün gün koşuşturmakla geçti. Parlak kafa sayesinde sadece yemek vakitlerinde boş kalabiliyorduk. Ama alışmıştım. Temizlik yapmak yeni arkadaşlarım sayesinde o kadar da kötü gelmemişti. Sık sık yanıma gelip yardım ediyorlar ve her konuşmamız gülüşmelerle son buluyordu. Bütün gün bu şekilde geçip gitti. Kendimi saatler sonra yatağıma yüzüstü bıraktım. Öylece uyuyakaldım. Yorgunluğun beni güzel bir rüyanın kollarına bıraktı. Rüyamda, yeşil çimenlerin üstünde uzanıyordum. Bulutları izleyip, sıcak esen rüzgarın tadını çıkarıyordum. Yanımda biri vardı. Yüzünü göremesem de dediklerini duyuyordum.
İşaret parmağını bulutlara doğru kaldırdı.
“Baksana orada bir kuş var. Ne kadar tatlı gözüküyor dimi?”
“Hıhı. Bak kuşun yanındaki bir timsaha benziyor.”
“Hayır! O bir prenses. Nasıl bir timsaha benzetebildin?”
“Sen neler görüyorsun öyle. Haha! İkimizin de göz sorunu var galiba.”
“Hayır o cidden bir prenses. Baksana orda işte. Buz kraliçesi!”
Dikkatlice bulutlara baktım bir süre izledikten sonra “Aaa! Gerçekten benziyormuş. Ama nasıl bunu hem timsaha hem de prensese benzetebildik?”
“Hangi prenses bu kadar sert bakar ki ama. Buldum! Rin bu sensin! Evet sana çok benziyor!”
“Yine benle dalga geçiyorsun dimi? Bana artık öyle seslenme!”
Gözlerimi güçlü bir irkilmeyle bir anda açtım. Yataktan doğruldum ve sırtımı duvara yaslandım. Derin bir nefes aldım. Sanki rüyamdaki kişi gerçekmiş gibiydi. Bu rüya unuttuğum anılardan biri gibiydi. Keşke o sesin sahibini hatırlayabilseydim. Ne var ki hafızamı ne kadar zorlasam da yine aklıma gelmiyordu unutulan anılarım. Anıları olmayan bir insan, boş bir kabuk gibiydi. Hiçbir şey yoktu içimde. Özleyeceğim, hatırladıkça mutlu olacağım kimsem yoktu. Kendimi çok yalnız hissettim. Yorgunluğuma rağmen uyuyabileceğimi düşünmüyordum. Bir süre odanın küçük camı sayesinde içeriye süzülen ay ışığını yatağımın karşısındaki boş duvara bakıp izledim.