Gözlerimi açtığımda bana çok tanıdık gelen kiraz ağacının altında uzanıyor olduğumu fark ettim. Karanlıktı. Ay ışığı olmasaydı önümü dahi göremezdim. Elbisemin üstündeki kanları zar zor fark ettim. Şaşkınlıkla hafızamı yokladım. Ama bana ne olduğuna ve neden burada böyle durduğuma anlam veremedim. Kan lekeleri olan yerleri yokladım ama hiç yara izi ve ona benzer bir şey de göremedim. Hafif bir baş ağrım vardı.
Neden kanla kaplıydım? Hiçbir şeyi hatırlayamadım. Derin bir nefes alıp düşünmeye devam ettim. Sadece adımı hatırlıyorum. Bu kiraz ağacı da tanıdık geliyordu. Gerisi bir gizemdi…
Ayağa kalktım ve kiraz ağacına uzun uzun baktım. Mevsimin kış olduğunu havanın soğuk esintilerinden ve Kiraz ağacının pembe yapraklarının eksikliğinden anlayabilmiştim. Ama üstümdeki kıyafetler bu havaya göre fazla açıktı. Kim buz gibi bir soğukta kısa kollu bir elbise giyer ki? Bunu da tuhaf buldum.
Bu düşüncelerden ayrılmam gerektiğini bana uzak olan ağaçlardan hışırtı sesleri gelince fark ettim. Ürperdim.. Şu anda olduğum durum tam bir belirsizlikti. Etrafıma şöyle bir baktığımda ormana benzer bir alanda olduğumu anladım. Fakat ormanın ortasındaki koca bir düzlükte tek başına duran bu kiraz ağacı da neyin nesiydi? Ben neden buradayım? Çok korktum, paniğe kapılmaya başladım ama sakin kalmalıydım. Çünkü bu sakinlik düşünüp bir şeyler yapmama karar vermem için gerekliydi.
Gökyüzüne baktığımda hava bulutluydu ay sanki saklanmak ister gibi bir kaç koca bulutun arasından ışıklarını sarkıtmıştı sadece… Saatin kaç olduğunu bu yüzden pek anlayamasamda bu karanlık beni korkutmaya yetmişti. Hiç bir şey yapmadan burada kalamazdım. Kendime kalacak bir yer bulmam ve sorularımın cevaplarını aramam gerekiyordu.
Bana yakın olan ağaç topluluğuna yürümeye başladım. Ormanın içine doğru ilerledim. Bir zaman sonra ağaçlarda hedef tahtaları ve saplanmış oklar görmeye başladım. Bu orman çalışma ya da avlanma yeri olmalıydı. Ay ışığı görüşümü kolaylaştırıyordu. Tek iyi olan şeyin bu ışık olduğu bütün moralimi alt üst etmeye yetti.
İlerleyince insan sesleri duymaya başladım. Konuşmalar kulağıma geldikçe heyecanlandım. Adımlarımı hızlandırmaya başladım. Korkum yerini yavaşça bir tebessüme teslim etti. Koştum, koştum… Taki sokakların ve insanların olduğu bir yere gelene kadar. Orman bir anda kesilip yerini taş yollara ayırmıştı.
Nefes nefese kalmıştım. Etrafa bakındım ve yavaş adımlarla yürüdüm. Burası eski evlerle çevrili, yolları esnaf ve satıcılarla kaplı büyük bir alandı. Sokakları dar ve kağıttan renkli çiçeklerle kaplıydı. Siyah eski sokak lambaları ortama naif ve nostaljik bir hava katıyordu. Meydanın tam ortasında beyaz güvercin heykelli bir süs havuzu vardı. Güvercinin ağzında büyük bir kar tanesi vardı. Kanatları açılmış her an uçacakmış gibi duruyordu. Çok güzel gözüküyordu. Havuzun kenarında bir kaç çocuk suyla oyun oynuyordu. İnsanlar çok neşeli gözüküyordu. Herkes bir işle meşgul gibi görünüyordu. Tatlı bir telaşları vardı sanki…
Ne yapacağımı bilemedim. Yüzümdeki heyecan ve mutluluk burayı görünce bir anda korkuya dönüştü. Çünkü, yaşadığım yerin hiç de böyle olmadığını hatırladım. Buranın aksine binalar büyük, görkemli insanları ise ifadesiz gibiydiler. Ayrıca üstlerindeki kıyafetler de çok farklıydı. İnsanlar ne kadar çok kışlık kalın kıyafetler giyseler de ayağındaki çizmeye benzer şeylerden ve paltolarındaki tarzdan, işlemelerden, dahası giydiği şapkalardan bu bariz anlaşılıyordu. Kültür ve yaşam tarzları eski çağları anımsatıyordu.
Yanımdan geçen bir kız yanlışlıkla koluma çarpınca üstümdeki kanlardan korkmuş olmalı ki bir anda geri çekilip yere düştü. Ona kalkması için elimi uzattım. Yardımımı kabul etti. Ondan özür diledim. Ve hemen o malum soruyu sordum.
“Burası neresi? Ben yabancıyım ve burayı pek bilmiyorum da bana yardımcı olur musunuz?”
Ağzımdan çıkan kelimelerle şaşkına döndüm. Hiç duymadığım bir dille düşüncelerimi söylemek ellerimin titremesine yetmişti.
Kuşkuyla baktıktan sonra bana cevap verdi. “Burası ‘Galina İmparatorluğu.”
İmparatorluk? Ne? Aklıma ilginç düşünceler gelmeye başladı. Sormayı hiç istemediğim bir soruyu sordum.
“Peki şuan hangi yıldayız acaba?”
Bir kez daha bana o şüphe dolu bakışı atıp “Afedersiniz ama bir köle gibi görünüyorsunuz. Üzgünüm size daha fazla yardım edemem” dedi ve yanımdan hızla uzaklaştı.
Cevabı kafamda bir kaç soru işareti bıraksa da ve bana istediğim cevabı vermese de çok net bir şeyi anlamama sebep olmuştu. Burası yaşadığım ülkenin en eski köylerine bile benzemiyordu. Köle demişti.. Orta çağda olmalıydım.
Bir anda bir şey daha aklıma geldi. Ailemi, buraya nasıl geldiğimi, hatıralarımı hatırlamasam da yer ve zaman hakkındaki bilgileri hatırlıyorum. Ama neden? Neden sadece bunları. Giyiniş, evler, insanlar, ortam… Neden bunlar aklıma geliyordu da anılarımın bir tanesi bile aklıma gelmiyordu. Ayrıca çok farklı bir dili sanki yıllardır konuşuyormuşçasına anlayıp karşılık vermiştim. Bunlar birden aklıma gelmeye başlayınca bu durumun tek bir hafıza kaybından ibaret olmadığını anladım. Ortada çok daha tuhaf şeyler dönüyordu. Bunu hemen bulmam bu şartlar itibarıyla imkansız olduğu için bir kaldırım taşına oturup ne yapacağıma karar vermeye çalıştım. Sakin kalamazsam daha fazla paniğe kapılırdım. Ve bu hiç iyi olmazdı. Kendi kendimi motive etmeye çalışsam da bedenimin titremesini bir türlü durduramadım.
Gökyüzüne baktım. Şimdi ayın ışıklarının kalıntıları da gitmişti. Eğer hala ormanda olsaydım karanlıkta güneş beni bulana kadar otururdum. Sert soğuk rüzgar yüzüme çarpıyordu. Hava soğuktu. Daha da soğuyacağa benziyordu.